Dilimiz Kimliğimizdir
Dilimize Sahip Çıkalım
Üçüncü bin yılın başlarında dünya, çok hızlı bir değişme ve gelişmeyi yaşıyor. Dünya, âdeta bir milletler mücadelesine sahne olmaktadır. Bu mücadelede kimi milletler bir araya gelerek, ortak kültürel değerler esasına dayalı birlikler oluşturuyorlar: Avrupa Birliği, Bağımsız Devletler Topluluğu, Amerika Birleşik Devletleri gibi. Bu birliklerin en tipik örneği, Avrupa Birliği’dir. Başlangıçta bir ekonomik dayanışma şeklinde ortaya çıkan bu topluluk, zaman içinde tek paranın kullanımı, sınırların kaldırılması ve daha birçok kültürel ortaklığı hedefleyen bir istikamette yol almaktadır.
Muhtemeldir ki bu tür birlikler, bir zaman sonra, ortak bir dile doğru da adımlar atacaklardır. Gelişmiş ülkeler için dilleri, hem bir iletişim aracı, hem ürettikleri malları pazarlamak için bir ticarî araç hem de kendi dillerini zorunlu olarak öğretmek suretiyle elde ettikleri zahmetsiz bir gelir kapısıdır. Modern sömürgeciliğin en güçlü araçlarından birisinin dil olduğu artık çok iyi bilinmektedir.
Türkiye, 1980’li yılların sonlarından başlayarak serbest pazar ekonomisinin en acımasız biçimini yaşamaktadır. Bu noktada bizi, ekonomik alandaki sıkıntılardan ziyade, bu sıkıntıların kültürel sahayı nasıl etkilediği ilgilendirmektedir. Ülkemizde, gelir dağılımının bozulmasından kaynaklanan ekonomik dengesizlikler, toplumu ve kültür hayatımızı da karmakarışık hâle getirmiştir. Türkiye, kültürün yok sayıldığı, hayatın yalnızca maddî yönünü ön plâna çıkartan bir ülke görüntüsüne sokulmuştur. Şehirdeki aydınından kırsal kesimdeki çobanına kadar herkes belli konularla meşgul edilmektedir: Ekonomi, siyaset, din, spor ve magazin. Uzman olan veya olmayan herkes bu konularda konuşmaktadır. Bu keşmekeşte, bireylerin ruhî durumları, sosyal ve kültürel değerler, eğitim, sağlık, vatandaşlık bilinci, millî şuur, millî benlik gibi hayatî önem arz eden konular, çoğu zaman, gündeme dahi gelmemektedir.
Biz, bu yazımızda kültürel değerlerimizin en başta gelenlerinden dilimize ferdî ve millî açılardan bakacağız. Konuyu hakkıyla ortaya koyabilmek için, her şeyden önce, dil kavramından ne anlaşılması gerektiğini açıklamamız gerekmektedir.
Dilin işlevi nedir?
Dil ve konuşabilme yeteneği, insanoğluna yaratılışıyla birlikte bağışlanmış ve onu diğer canlılar üzerinde üstün kılmış en önemli özelliklerinden birisidir. İnsan adı verilen bu canlı türünün en üstün özelliği düşünebilmesi ve muhakeme edebilmesidir. Dil-düşünce ilişkisi ise, yüzyıllardan beri araştırılan bir konudur. Kimi dilbilimcilere göre, dil, düşüncenin evidir. Diğer bir söyleyişle, düşünce ancak dille oluşur ve yine dil sayesinde dış dünyaya aktarılır. Çok yeni sayılabilecek bir bakış açısına göre ise, adlandırma ve kavramlar olmadan düşünce üretilemez. Öyle anlaşılıyor ki insanı insan yapan bu iki temel özelliği, birbiriyle yakından ilgilidir.
Dil, bireye düşünce üretebilme, düşüncelerini dışa vurma, bilgi edinme, geçmişini hatırlama, gününü yaşama, geleceğine yön verme, kişiliğini kazanma, hayatını sürdürme gibi daha pek çok açıdan yardımcı olmaktadır. Bu yönüyle dil, daha çok bireyseldir. Çünkü, kişiliğimiz biraz da dilimizle kazanılır ve kişiliğimiz aslında dilimizde gizlidir. Dil, ferdî ve millî kişilik ve kimliğimizi bünyesinde barındırır. Dil, hayatın her safhasını kapsayan, her an onun içinde yaşadığımız genişçe bir dünyadır. Kısacası, dil, aslında hayatın kendisidir.
İnsanoğlu, toplu hâlde yaşamaya mecbur ve muhtaç olan bir canlı türüdür. Hiçbir insan tek başına yaşayamaz. İnsanların bir arada yaşayabilmeleri için, aralarında birtakım ortak özelliklerin bulunması gerekir. İnsanları bir araya getirip aralarında ortak duygusal bağlar kuran vasıtalardan birisi de dildir. Dilin insanlar arasında iletişimi sağlaması, onun çok küçük bir yönünü ifade etmektedir. Dil, asla mekanik değil, duygusal bir iletişim aracıdır. Dilin asıl işlevi, insanlar arasında doğal, duygusal ve ruhsal bağlar kurmasıdır.
Böylelikle diller, insan topluluklarını birbirlerine yaklaştırarak “millet” adı verilen sosyal kurumun oluşmasına zemin hazırlarlar. Bu yönüyle dil, milleti oluşturan bireyler arasında tam bir birleştirici unsur görevini üstlenir. Onları duygu, düşünce, hayal ve en önemlisi dış dünyayı algılama açısından birbirine yaklaştırır. Dil sayesinde ortak duygu, düşünce ve ideallere sahip olan bireyler arasında, aynı zamanda ortak bir şuur da oluşur. Bu şuur ferdî şuurun çok ötesinde millî bir şuurdur. Millî şuur ise, bir milleti ayakta tutan, geçmişini hatırlatan, değerlerini bugüne taşıyan, bugününü en güzel şekilde yaşatan ve bütün bunları kapsayacak şekilde geleceğe yön veren hareketlerin bütünüdür.
Türkçe, Türk milletinin dilidir.
Dilin bireye ikinci katkısı ise, onu dünya üzerinde tek başına yaşayan bir varlık olmaktan kurtarıp kendisiyle birçok açıdan benzeşen insanlarla bir arada yaşatma imkânı sağlamasıdır. Millî zevk, millî hareket tarzı, millî bakış açısı ancak ve ancak dilin bu birleştirici, kaynaştırıcı etkisiyle elde edilebilir. Dilini bilmediğimiz insanlarla herhangi bir yöntemle anlaşmamız mümkündür. Bu anlaşma çoğu zaman mekanik bir iletişimden öteye gidemeyecektir. Çünkü, diller, asıl işlevini bireyler arasında duygusal bağlar, duygusal iletişimler kurarak ortaya koymaktadır.
Günümüzde dillerin işlevi, eskisinden daha belirgin bir durumdadır. Diller, yukarıdan beri sıraladığımız gibi, şahsî ve millî açılardan her geçen gün daha büyük önem arz etmektedir. Şimdilerde bir insanın hangi millete mensup olduğu noktasında konuştuğu ana dili belirleyici unsurların başında gelmektedir. Eskiden bir insanın hangi milletten olduğunu anlamak için, öncelikle dış görünüşüne, kılık kıyafetine bakılırdı. Hızla küreselleşen ve kaynaşan dünyada artık bu ölçüler yeterli olmamaktadır. Herhangi bir millete mensup olma konusunda, konuşulan ana dili belirleyici olabilmektedir. Konuya kendi penceremizden bakacak olursak, Türk milletine mensup olmanın gereklerinden birisi de, hiç şüphesiz, Türkçe konuşmaktır. Türkçe konuşan insanlar, Türk milletinin fertleridir. Türkçe ise, Türk milletinin dilidir.
Dilde Özleştirme
1930’lu yılların başında dilimizdeki yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar bulma konusunda yoğun çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. O yıllarda dilimize çok sayıda yeni kavram ve kelime kazandırılmış, dildeki bu olağan dışı yabancılaşmanın önüne geçilmeye çalışılmıştır. Ne var ki özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra, bu aşırı Türkçeleştirme hareketi çığırından çıkmış ve amacından sapmıştır. Türkçe kelimelere dahi yeni karşılıklar bulma gibi garip durumlara düşülmüştür. Başlangıçta iyi niyetli ve yararlı bir girişim olarak ortaya çıkan bu hareket zaman içinde, asıl çizgisinin dışına çıkartılarak yabancı dil denildiğinde, yalnızca Arapça ve Farsçanın kastedildiği bir noktaya çekilmiştir. Bu olumsuz durumu zamanında gören Atatürk ve o dönemin aydınları önlem alma yoluna gitmişlerdir.
Aşırı özleştirme hareketi, çok sayıda bilimsel yanlışlığı da beraberinde getirmiştir. Her şeyden önce bu hareketin dayandığı bir felsefe yoktur. Amacı ve kapsamı açık değildir. Dil gibi, ciddî ve ilmî bir konu, bilim alanından çıkartılarak siyasete ve başka emellere alet edilmiştir. Bilim adamlarından çok, açıkgöz fırsatçılar ortalığı doldurmuştur. Bu konudaki en büyük hatalardan birisi de kelimelerin arka plânı düşünülmeden hareket edilmesidir. Kelimeler, âdeta birer tuğla gibi düşünülmüş ve eskisini alıp yenisini koymakla her şeyin hallolacağı vehmedilmiştir. Hâlbuki her bir kelimenin arka plânı, etki alanı ve kavram genişliği vardır. Bir kelimenin izdüşümü kendisiyle sınırlı değildir. Bir kelimeyi değiştirmek demek, aynı zamanda o kavramla ilgili çok sayıda kullanımı bir anda yok saymak demektir. Özleştirmeciler bu gerçeği gözden kaçırmışlardır.
Aşırı özleştirmecilerin gözden kaçırdıkları gerçeklerden birisi de bu konuda halkın kabulünü ve kelimelerin yeni hayata uyum sağlama sürelerini hiçe saymalarıdır. Bu konuda tam anlamıyla “Ben yaptım, oldu” anlayışı esas alınmıştır. Kelime ve kavramların tarihî derinliği, bağlantıları, Türkiye ile Türkçe konuşan diğer soydaşlarımızın irtibatları hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Sözde Türkçeleştirme akımı, gereğinden çok hızlı ve zorlamalarla sürdürülmüştür. Bu ise, başarısızlığı beraberinde getirmiştir.
Türkçeye zarar vermeye başlayan bu hareket, 1980’li yılların başında durdurulmuştur. Aşırı özleştirme hareketinin başarısızlığı gözler önüne serilmiştir. Kanaatimizce, dil tartışmaları bir taraftan dilimize katkılar sağlarken, diğer yandan da dilimize ve dilcilere karşı bir güven bunalımı oluşturmuştur. Bu açıdan bakıldığında, artık günümüzde eski-yeni kelime konusu büyük oranda kapanmıştır. Türkçe konuşan insanlar, kelimelerden ziyade, anlam ve düşünce üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Dilimize zarar veren bu kötü gidiş, bir şekilde durdurulduktan sonra, dilimiz tekrar eski itibarını elde etme yoluna girecektir.
Türkçede yabancılaşma
- yüzyıla girmek üzereyken yabancı bir dil bilmenin gereği ve önemi her geçen gün daha da iyi anlaşılmaktadır. Öğrenilen her yabancı dilin, yeni ufuklar açtığı, genel kültür ve kişiliğimize katkıda bulunduğu bir gerçektir. “İletişim”in her türlü yeniliğin önüne geçtiği bir çağda, hiç kimse yabancı dilleri öğrenmenin yararını ve gereğini inkâr edemez. Üstelik, Türkiye gibi, kıtalar arası bağlantıları sağlayan bir ülke için bu durum, çok daha önemlidir.
Ülkelerin kalkınmasında ve gelişmesinde bilimsel araştırmaların ve milletler arası ilişkilerin yeri çok büyüktür. Bu tür ilişkilerin kurulmasında yabancı diller, yardımcı bir araçtır. Ülkemizde son elli yıllık süreçte yabancı diller, araç olmaktan çıkmış / çıkarılmış, amaç konumuna getirilmiştir. Yabancı dil(ler)’in işlevi saptırılmıştır.