Orhun Abideleri’nin Hikâyesi
Türk Dilinin İlk Yazılı Eseri Nasıl Keşfedildi?
MS 8. yüzyılda Türk tarihinin günümüze ulaşan önemli eserlerinden biri olan Orhun Abideleri dilimizin ilk yazılı eseri olma özelliğini taşıyor. Türk tarihine ışık tutan Orhun Abideleri’nin (Yenisey Yazıtları) bulunuşu 1700’lere dayanıyor. Neredeyse tüm Avrupa’nın yüz yıldan fazla süren araştırma çalışmaları oldukça çetin geçse de, sonunda tarihe ışık tutan Vilhelm Thomsen ve Wilhelm Radloff tarafından bu eserler günümüze kazandırıldı. Bu çetrefilli ve çözümü uzun süre gerçekleşemeyen yazıtların bulunuş hikâyesi Türk dili ve tarihi açısından önemli olduğu kadar dünya için de önemli bir gelişmeydi.
Alman kökenli olan İsveçli harita subayı Johan Von Strahlenberg tarihler 1721’i gösterdiğinde ucu bucağı olmayan Yenisey Vadisi civarında keşif ve gözlem yapıyordu. Esas olarak bu harita subayının burada olmasının sebebi; İsveç Kralı’nın Ruslarla yapılan Poltova Savaşı’nda esir düşmesi ve bu bölgeye sürgüne gönderilmesiydi. 12 yıldır sürgünde olan Johan Von Strahlenberg ıssız Yenisey Vadisi’nde bitkin durumda yaşamına devam ediyordu.
Faydalı bitkiler bulma umuduyla geçtiği her yere, her taşın altına bakan Johan Von Strahlenberg’in yanına uzun zamandır tanıdığı bir Kazak köylüsü geldi ve ona Bey Nehri kıyısında Çarkov köyü yakınlarında üç metre yüksekliğinde yazılı bir taş bulduğunu söyledi. Bunun üzerine köylüyle birlikte bir an evvel Çarkov köyü yakınlarına giden Strahlenberg, üzerinde tuhaf yazılar olan bir kaya parçasıyla karşı karşıya kaldı. Gördüğü taş Yenisey Yazıtları’ndan üçüncü uybat yazısıydı.
Bölgede araştırma ve keşif yapmaya başlayan Strahlenberg, çevresinde birkaç tane daha benzer yazıt keşfetti. Taşlarla ilgili analizler yaparak notlar aldı ve alfabeyi olabildiğince inceleyerek çözmeye çalıştı. Yazıtların kime ait olduğuna dair en ufak bir fikri olmasa da hummalı bir şekilde çalışmalarını sürdürdü.
Strahlenberg’in esareti 1722’de sona erince bölgeden ayrılarak çalışmalarını memleketinden sürdürmeye başladı. Yıl 1730 olduğunda aldığı notlardan oluşturduğu meşhur eserini bastırdı. Bu eserde belgeli ve kanıtlar eşliğinde Yenisey Vadisi’ndeki farklı alfabeli yazıtlardan bahsetti. Eser yayınlanır yayınlanmaz Avrupa’da büyük ilgi gördü ve okuyanların merakını giderek arttırdı. Okuyan herkesin çıkan yazıtlarla ilgili çeşitli görüşleri vardı; kimisi eserlerin Ruslara, kimisi Gotlara, kimisi Moğollara, kimisi Germenlere, kimisi Vikinglerin atalarına, kimisi Romalılara ait olduğunu düşünüyordu.
Kitabın basıldığı 1730’dan 1889’a kadar birçok bilim insanından oluşan heyetler bölgeye araştırma için gitti ve bu eserlerle ilgili çalışmaları daha ileri götürmeye çalıştı. Bilim insanları bölgede çok daha fazla sayıda yazıt ve dikilitaş buldu. Fakat üzerinde yazılanlar hiçbir şekilde bir ipucu vermedi. Sırrın çözülmesi onlarca yıl daha sürdü.
Tarih 1899’u gösterdiğinde Rus Arkeolog Nikolay Mihailoviç Yadrintsev, Orhun Vadisi kıyısında büyük bir keşif gerçekleştirdi. Rus arkeolog Ulan Batur’un 400 km kadar batısındaki Koşo-Çaydam Gölü yakınlarında, kaplumbağaya benzer bir taş heykelin yanına uzanmış 3.75 metre boyunda beyaz mermerden ve Kül Tigin’e ait olduğu sonradan anlaşılan bengü taşı buldu. Bir kilometre uzaklıkta üç parçaya ayrılmış olarak Bilge Kağan Abidesi’ni de buldu ve aynı yıl konuyla ilgili bir rapor hazırlayarak çalışmalarının detaylarını Avrupa’daki bilim çevrelerine ulaştırdı. Yadrintsev’in bulduğu yeni iki yazıt diğerlerinden farklı olarak daha büyük olmasıyla birlikte, her bir köşesinde yazılar vardı.
Yazıtların kime ait olduğu geçen yıllarda daha da büyük merak konusu haline geldi. Finli ve Rus bilim heyetleri bölgeye gönderildi, gönderilen heyetler bengü taşlarının fotoğraflarını çekerek geri dönüp araştırmaya ve çözümlemeye koyuldu.
Bu heyetlerin dışında, çözümlenememiş bu meseleye iki büyük bilim adamı daha el atmaya karar verdi. Onlar ise on dil bilen Vilhelm Thomsen ve hayatını dil bilime adamış olan Wilhelm Radloff’du.
Yazıtların kime ait olduğuyla ilgili en ufak bir aşama katedilmedi, ufacık da olsa bir ayrıntıya ulaşılmadı. Taşlar ser verip sır vermiyordu adeta. Öyle ki, metinlerin sağdan sola mı, aşağıdan yukarıya mı, ne şekilde yazıldığı bile çözülemiyordu.
Kafayı yazıtlara takmış olan Thomsen ve Radloff’in tek uğraşı yazıtlar oldu. Thomsen metinlerde çok sık tekrarlanan bir harf olduğunu çözdü. Bu harf ünlü bir ses olarak “i”ydi. Thomsen “i”nin üzerine eğildikten sonra sık kullanılan bir harf kümesini sırayla çözdü. Bulduğu harflerden özel bir isim elde ettiği tahmininde bulundu. Bu harflerle bir sürü kombinasyon denedi, sonunda o çalışmaya büyük bir başarı katettirecek ilk kelimeyi buldu; “tengri”. Elinde kalan harflerle gerisi çorap söküğü gibi geldi.
Bilge Kağan’ın 732’de halkına seslenirken kullandığı ilk cümle, ilk defa 1893 yılında Avrupa’nın başkentlerinden birinde, Vilhelm Thomsen’in çalışma odasında yankılandı. “Tengri teg tengriden bolmış türk bilge kaganım, bu ödke olurtum.”
Sonunda yazıtların sırrını çözen Thomsen, daha önceden ortaya atılan iddiaların aksine yazıtların Türklere ait olduğunu ortaya koydu. Yazıtlar tekrar tekrar okunup tercüme edilince bu bilgi kesinlik kazandı. Yazıtlarda Bilge Kağan Türk milletine seslenerek, onlara “Türk milleti açlık tokluk bilmezsin, bir doysan açlığı düşünmezsin.” diyor.
Alfabeyi çözmekte Thomsen’in gerisinde kalan Radloff, 1895’te yazıtların tamamını çözümleyerek geriden gelerek durumu toparladı ve işi daha da ileri götürdü. Bu şekilde Orhun (Yenisey) Yazıtları’nın bulunuşu ve okunuşu tamamlandı. Bilimsel çalışmalardan bi’haber olan bize bu bilgi ise maalesef eserler bulunup yayımlandıktan üç sene sonra geldi. Dönemin gazetelerinden İkdam’da alelade bir köşe yazısında Necip Asım tarafından okuyucuya aktarılan bu bilgi birkaç edebiyatçı dışında çok yoğun ilgi görmedi.
Daha sonra Abdülhamit tarafından, Radloff’a Türkolojiye katkılarından ve Orhun Anıtları üzerinde yapmış olduğu araştırmalardan dolayı mecidiye nişanı verilerek ödüllendirildi.