Tarihin Aynasında Türk Dili
NEVAÎ AYDINLIĞI: ÇAĞATAY TÜRKÇESİ
Çağatay Türkçesi adı, Cengiz Han’ın torunlarından Çağatay’ın hâkimiyeti altındaki topraklarda gelişen bir Türkçe olduğu için verilmiştir. Çağatay Türkçesi, Türk-Fars ortak kültürünün yoğun olarak birlikte yaşandığı Herat, Semerkant, ve Buhara’da gelişmiştir. Bu yazı dilinin gelişmesinde Ali Şir Nevaî (1441-1501)’nin çok büyük rolü bulunmaktadır. Nevaî’nin yetiştiği çağda bölgede Fars dili ve kültürü baskın ve yaygın olarak kullanılmaktaydı. Hatta Mecâlisü’n-Nefâis’ de belirttiği üzere Türk şairlerinin büyük çoğunluğu Farsça yazmaktaydı. Bir süre sonra Temürlü hanedanına mensup emirler, tıpkı 13. yüzyılda Anadolu beylerinin Türkçe yazan şair ve yazarları himaye etmeleri gibi Çağatay Türkçesi ile yazan şair ve yazarları teşvik etmişlerdir. Çağatay Türkçesi, işte bu çevrede 15. yüzyılın ikinci yarısından sonra Ali Şir Nevaî gibi dünya çapında yetenekli, güçlü, üretken bir şair yetiştirecektir. Nevaî’nin Türk dili tarihinde birkaç bakımdan önemi vardır. Bunlardan en önemlisi, tek başına bir yazı dilinin kuruculuğunu üstlenmiş olmasıdır. Nevaî, edebî değeri yüksek şiirleri yanında yazdığı antolojileri, tarih, dil ve vakfiye eserleriyle kendi çağında klasik yazar unvanına kavuşmuştur. Hamse sahibi ilk Türk şairidir. Şöhreti yalnızca Çağatay sahasında kalmamış Anadolu, Kırım ve Kazan’a kadar ulaşarak bütün Türk dünyasına yayılmıştır. Nevaî’nin ikinci önemli yönü, Türkçe ile Farsçayı dil ve edebî imkânlar bakımından karşılaştırdığı ve dil tarihimizin anıt eserlerinden olan Muhâkemetü’l-Lugateyn’i kaleme almasıdır. Eserde Farsçanın işlenmişliğine karşın Türk dilinin değişik söz yapma imkânları ve kelime varlığı bakımından daha üstün olduğu savunulmuştur. Bu eserden 425 yıl önce yazılan Divânû Lügâti’t-Türk’le Arapçaya karşı bir kültür hamlesi yapan Kâşgarlı Mahmud gibi Nevaî de Farsçaya karşı Türk dilini savunmuştur.
Nevaî, Muhâkemetü’l-Lugateyn’i olgun bir şair ve devlet adamı sıfatıyla 58 yaşında kaleme almıştır. Kitabın yazılma sebebi hiç de yadırganmayacak sosyal bir çelişkidir. Ona göre, Türkler arasında yediden yetmişe herkes Farsça bildiği hâlde, Farsların binde biri bile Türkçe bilmemekte, konuşmamakta, konuşsa bile acemiliği hemen ortaya çıkmaktadır. Nevaî, burada, kendi tecrübesini anlatmakta ve bu konuda nasıl harekete geçtiğini şöyle dile getirmektedir: “Türk dili bırakılmak üzereydi. Bunun içindir ki ben de gençliğimde geleneğe uyarak Farsça söyledim. Kendimi anlamaya başlayınca güçlükleri yenmek isteğiyle Türk diline döndüm ve onu düşünmeye başladım. O zaman gözlerimin önünde on sekiz bin âlemden daha geniş bir âlem belirdi. O âlemin süslerle dolu göğü bana dokuz felekten daha yüksek göründü. İncileri yıldız cevherlerinden daha parlak olan erdemlik hazinesi bana açıldı. … Her şeyin değerini bilen zevkim bu hazineden sayısız inciler ve mücevherler topladı. Bu kadar varlıklar ve bolluklar bana nasip olunca, tabiatımda güller açmaya ve âleme yayılmaya başladı.”
Nevâi’den sonra Çağatay Türkçesi ile eser veren bir başka devlet ve edebiyat adamı Bâbür (1483-1530) olmuştur. Bâbür, Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’nın oğlu olup 1483’te Batı Türkistan’daki Andican kasabasında dünyaya gelmiştir. Uzun, zor ve maceralı bir gençlik hayatından sonra Hindistan’a geçmiş ve burada Türk-Hint imparatorluğunu kurmuştur. Bâbür, diğer Çağatay hanları gibi şair ve edipti. Türk edebiyatındaki asıl şöhreti Vekâyi yahut Bâbürnâme adıyla anılan günlüğüdür. Bu eser, Babür’ün tahta çıktığı 10 Haziran 1494’ten 7 Eylül 1529’a kadarki zaman içinde başından geçen olayları anlattığı bir hatırattır. Eser, dilindeki yalınlık, üslubundaki kıvraklık, tasvirlerindeki canlılık ve şiirsellik yönlerinden Türk edebiyatının en önemli metinlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Eserde olaylar canlı ve açık olarak anlatılır. Gittiği memleketlerin iklim yapısı, ekonomik durumu, hayvan varlığı, bitki örtüsü, tarihi, halkın yaşam biçimleri, inançlar, gelenek ve görenekleri konusunda ayrıntılı bilgiler verir. Bu yönüyle eser, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ ni andırır.
Türk dili, 11. yüzyılda doğuda Çağatayca, Mısır’da Memluk Türkçesi ve Osmanlı topraklarında da Osmanlı Türkçesi adıyla üç farklı coğrafyada bir dünya dili olmuştur. Özellikle Osmanlı fetihleri sayesinde Balkanlar, Kırım, Ortadoğu, Kuzey Afrika’ya kadar yayılmıştır.
14. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar Türk dünyasında üç büyük yazı dilinin olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Bu üç yazı dilinden Osmanlı Türkçesi büyük bir yazı dili olarak 13. yüzyıldan beri varlığını devam ettirmektedir. Çağatay Türkçesi ise Orta Asya’daki Özbek, Uygur, Kazak, Kırgız, Türkmen, Karakalpak… gibi bütün Türk boy ve kabilelerinin ortak yazı dili olarak 20. yüzyılın başına kadar kullanılmıştır. Kıpçak Türkçesi de Altınordu ve Memluklu devletleri zamanında en parlak devirlerini yaşamıştır.
YİRMİNCİ YÜZYIL: TÜRKÇENİN VE TÜRKLERİN HAZAN ÇAĞI
19. yüzyılın ikinci yarısından sonra dünyadaki siyasi, sosyal ve kültürel değişmeler Türk halklarının kültürel durumunu, dolayısıyla Türk dilini de doğrudan etkilemiş, böylece Türkçe tarihinin en büyük haraketliliğini son bir buçuk asırda yaşamıştır.
İstanbul’un fethinden tam 99 yıl sonra 1552’de Kıpçak Türklerinin en önemli siyasi ve kültürel merkezi olan Kazan Rusların eline geçti. Rus coğrafyası bu tarihten sonra güneydeki ve doğudaki Türk yurtlarına doğru genişlemeye başladı.
1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım Osmanlı himayesinden çıktı ve 1783’te Ruslar burayı işgal ederek Novorossıyk eyaletine bağladılar. Kırım’ın Türk etnik yapısı bir süre sonra Rusya’nın çeşitli bölgelerinden getirilen nüfusla bozuldu, 1802’de Çar I. Aleksandr’ın emriyle Kırım’daki Türkçe yer adları Rusçalaştırıldı.
Bunu 1885’te Türkistan’ın Ruslar tarafından işgali takip etti ve Osmanlı dışındaki Türklerin siyasî ve kültürel bağımsızlıkları ortadan kaldırıldı. Bir yandan Türk ülkelerinin işgali, öte yandan Osmanlı devletinin iyice zayıflaması Türk dünyasını her bakımdan buhrana soktu.
19. yüzyılın ikinci yarısında Ruslar, Türk dünyasının bütünlüğünü parçalamanın yollarını aramaya başladılar. O güne kadar Çağatay ve Kıpçak yazı dili sayesinde anlaşan Orta Asya ve Rusya Türklerinin aralarındaki dil birliğinin bozulması ve böylece küçük siyasî birlikler hâlinde daha kolay yönetilebilecekleri düşüncesi ile birtakım projeler üretilmeye başlandı. Bu projeyi üretenlerin başında Kazan Üniversitesi hocası Nikolay İlminskiy gelmektedir. İlminskiy, o zamana kadar Çağatay ve Kıpçak yazı dili ile anlaşan Türk topluluklarının her birine bir yazı dili ihdas edilmesini savundu. Kazak ve Tatar aydınları bu düşüncenin etkisiyle kendi diyalektleriyle yayınlar yapmaya başladılar.
Rusya’da Meşrutiyet’in ilan edildiği 1905’te bu düşünceler İdil-Ural, Kafkasya ve Türkistan’da tartışılmaya başlandı. Çarlık yönetimi bunları destekleyince yeni yazı dilleri oluşturulması için çalışmalar hızlandı. Mikola Ostroumanov, Çağataycanın yerine Farsçanın etkisi ile fonetiği iyice bozulmuş Taşkent ağzını Özbekistan’ın yazı dili hâline getirmek için Türkistan Vilayetinin Gazeti adlı gazeteyi çıkarır. 1888-1908 yıllarında çıkarılan Dala Vilayeti Gazeti Kazakçayı, 1905-1908 yıllarında çıkarılan Mecmua-yı Mavera-yı Bahr-i Hazar Türkmenceyi yazı dili yapma amacını gütmüştür.
İlminskiy ve Ostmoumanov’un yeni yazı dili yaratma çabalarına Azerbaycan Türklerinden Feth Ali Ahundzade, İdil-Ural Türklerinden Kayyum Nasirî, Galimcan İbrahimov, Validov, Yanişev, GabullaTukay, Kırgızlardan Çokhan Valihanov, Kazaklardan Abay Kunanbayev, İbrahim Altınsarın. gibi şair ve yazarlar destek verdiler.
1917 Bolşevik ihtilali ile İlminskiy ve Ostroumanov’un düşünceleri devlet politikası haline getirildi ve her Türk boyunun konuşma dili (ağız) yazı dili yapıldı. Saha Türkleri 1917-1918 yıllarında Latin harflerini kabul eden ilk Türk topluluğu oldu. Azerbaycan 1926’da Latin alfabesini kabul etti. 1928’de Türkiye’de Latin harfli alfabeye geçilmesi ile tedirgin olan Stalin 1930’ların başından itibaren Türk asıllı halkların Kiril esaslı alfabeler kullanmasını mecbur tuttu. Latin alfabesinin Kiril alfabesi ile değiştirilmesinin yanı sıra, her Türk halkının Kiril alfabesi diğerinden farklı birkaç işaret konularak yazılı iletişimi tamamen engellenmek istenmiştir.
Çin’de ise Uygurca 1949’daki Komünist Parti kararıyla yalnızca Uygur özerk bölgesinin yazı dili yapılmıştır.
20. yüzyılın ilk yarısında Türk dili yirmi ayrı yazı diline ayrılmış, böylece bu yüzyılın başında “Türk dili”, “Türkî til”, “Türkçe” olarak “Türk” genel adı ile anılan dilimizin bazı lehçe ve ağızları birer yazı dili hâline getirilerek ana koldan koparılmıştır.
SONUÇ
Türk dili, yazılı metinlerle takip edilebilen son 1400 yıllık dönemde Asya, Avrupa ve Afrika’da 20 milyon metrekarelik alanda konuşulan, yazılan önemli kültür ve uygarlık dillerinden biri olmuştur. Asya’nın en kadim uygarlıkları olan Çin, Hint, Fars, Arap ve Grek dilleri ile aynı coğrafyalarda birlikte ve eşit olarak varlığını sürdüren Türk dili, Türk atlılarının gittiği her yere kendi söz hazinesi yanında, komşu uygarlıkların dillerini de engin bir hoşgörüyle taşıyarak Ortaçağın kültürler arası ilişkilerini tanzim etmiştir.
Türkçe, günümüzde lehçeleriyle birlikte 200 milyondan fazla insan tarafından kullanılmakta ve dünyanın en büyük on dili arasında yer almaktadır.
Prof. Dr. Ali AKAR