Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını
enformasyon “danışma”, entelektüel “aydın”, iane “yardım”, intihap “seçim”, kat’iyet “kesinlik”, mahrukat “yakıt”, mü’min “inançlı”, mücrim “suçlu”, nikbîn “iyimser”, plâsman “yatırım”, şayia “söylenti”, tenevvür “aydınlanma”, tolerans “hoşgörü”, zelzele “deprem” gibi. Bu sözler, vaktiyle Türkçe sözlerin yerlerini aldıkları ve dilimizin gelişme yolunu tıkadıkları için atılması gereken sözlerdir. Nitekim atılmışlardır da… Dilimizin Osmanlı Devleti döneminde Arapça ve Farsçadan, Tanzimat döneminde Fransızcadan bugün de, İngilizce sözlerden çektiği sıkıntı hep bu yüzdendir. Bu nedenle, günümüz bilim dünyasında uluslar arası ortak kullanım özelliği taşıyan bazı sözler bir yana, onların dışında kalan ve dilimize köstek olan yabancı sözler atılıp yerlerine sağlıklı Türkçe karşılıklar konmalıdır. Ancak, bunların dilde yerleşmiş olanlarını söküp atmanın kolay olmadığı da unutulmamalıdır.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta, gerek bir iki bildiride dile getirilen gerek değerlendirme konuşmaları sırasında, bir ara devrim sözünün yasaklanmış olması dolayısıyla çıkan suçlayıcı tartışmadır. Bu tartışmada devrim yerine inkılâp sözünün kullanılması eleştirilmiştir. Evet, eleştirilmesine eleştirilmiştir de, devrim sözünün neden yasaklanır olduğu açıklanmamıştır. Bize kalırsa, o söz o dönemde kendi kendisini devreden çıkarmış ve bazı aydınların kullanımından düşmüştür. Bu durum dil ile toplum ve sosyal yapı arasındaki sıkı bağlantının sonucudur. 1970-1980 yılları arasında ülkemizde boy gösteren ideolojik eğilim ve çatışmaların Atatürk ilkelerini ve Cumhuriyet rejimini uçurumun kıyısına sürükleme dışında, yer yer bazı kesimlerce dilin de bir ideolojik araç olarak kullanmaya yeltenilmesi, bir kısım aydınları devrim yerine inkılâp sözünü kullanmaya yöneltmiştir. Bunun Osmanlıca sözleri benimsemekle en küçük bir ilişkisi yoktur. Dev-yol, Dev-sol, devrim nikâhı gibi o dönemde türemiş illegal örgüt adları ile bazı kalıp sözlerde, devrim sözünün ideolojik bir kirlenme ile “ihtilâl, bozgunculuk, yıkım ve rejim düşmanlığı” anlatan kavram kargaşası, ben dâhil bir kısım aydını bu sözü kullanmaktan soğutmuştur. O çalkantılı yıllarda, dildeki bazı anahtar sözlerin var olan içeriklerinin boşaltılarak, kuzeyden esen ideolojik rüzgârların etkisi altında nasıl bir anlam yozlaşmasına uğradıkları bilinen bir gerçektir. Devrim sözü de bunların başında gelir. Bu sözün bir süre yasaklanmış olması da her hâlde bu durumla ilgili olmalıdır. Bugün çok şükür o dönem atlatılmış ve devrim sözcüğü de kendi kimliğini kurtarabilmiştir. Bu eleştiriyi yapanlar, dilin o günün sosyal çalkantılarına nasıl alet edildiğini bilirler. Hem de çok iyi bilirler. Ancak, toplantıda politik bir davranışla ve belki de özel bir maksatla, kapalı veya açık olarak hatta ad belirleyerek bazı kimseleri suçlamaya yeltenmişlerdir. Böyle bir tepki, belki de bilinçaltı bir etkiyle başkalarını suçlama görüntüsü altında kendilerini mazur gösterme eğiliminden kaynaklanmış olabilir. Ama değerlendirme aşamasında da bunlar hak ettikleri ağır cevabı almışlar ve bilimsel bir şamar yemişlerdir. Bu durum, bazı konuların hâlâ sen ben davasına alet edilmesinin acı bir göstergesidir. Bu yazıda isim belirtilmeden özel olarak vurgulanmasının nedeni de budur. Bu münasebetle belirtmek isteriz ki, biz, ilke olarak kelime yasaklanmasının da doğru olmadığı görüşündeyiz. Yukarıda özel olarak belirtildiği gibi, sağlıklı bir gelişme rayına oturtulabilmiş olan dilde, “zaman” böyle bir ayıklama için en iyi süzgeç görevindedir. TRT Yönetim Kurulunda görev aldığımız yıllarda, dil konusu dolayısıyla yaptığımız bazı uyarılar ve zabıtlara yansımış olan görüşlerimiz bu durumun tanıklarıdır. Bu konudaki en güzel değerlendirmeyi de dil devrimi uygulamalarının yöntem yanlışı yüzünden ortaya koyduğu bazı aksaklıklara bakarak yine Atatürk’ün kendisi yapmıştır. Onun 1936 yılında dil konusundaki bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe sözler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim “ketebe”, yektübü”, arabındır; “kâtip”, “mektup” Türkündür” sözleri, bu açıdan ne kadar anlamlı ve yol göstericidir.
Konuşma ve tartışmalarda altı çizilmesi gereken bir başka nokta da dilimizin gramer kuralları ile ilgili bazı yanlış değerlendirmelerdir. Sayın Emin Özdemir, kendi bildirisinde üzerlerine basa basa öz yaşam, ön deneme, ön yargı, alt yapı gibi örnekler sıralayarak, bunlardaki öz, ön ve alt sözcüklerinin artık birer ön ek durumuna geldiğini söylemiştir. Böyle bir değerlendirme, dilimizin kendi yapı ve işleyiş ölçülerine göre değerlendirilmesi gereken gramer konularının, adlandırma ve sınıflandırma açısından, yüzyıllardır nasıl bir yandan Arap dilinin bir yandan da batı dillerinin özellikle Fransız dilinin gramer kalıplarına kurban edildiğinin tipik örneklerinden biridir. Bilindiği gibi Türkçe, genel dil sınıflamasında sondan eklemeli diller (iltisaklı diller, agglutinative languages) grubunda yer alan bir dildir. ön, öz, alt, son gibi bağımsız sözleri birer ek saymak havsalanın alamayacağı bir yanlıştır. Bunlar ek değil birer bağımsız sözcüktür. Öz yaşam gibi bir kuruluşta, öz sözü sıfat görevindedir. Dolayısıyla bu söz kalıbı da bir sıfat tamlaması oluşturmuştur. Alt yapı gibi bir kuruluşta ise, sıfat tamlaması kalıbında bir birleşik ad niteliğindedir. Durum böyle iken bunları birer ön ek gibi göstermek, dilin yapısını tanımama ve bunları bir yenilik gibi gösterme gayretkeşliği değil midir? Bağlaç yerine bağlama edatı, ünlem yerine ünlem edatı, edat (ilgeç) yerine son çekim edatı, mı? / mu? soru eki yerine soru edatı gibi terim ve sınıflandırmalar da yine Arap gramerindeki isim, fiil, edat (veya harf) biçimindeki üçlü sınıflandırmanın bize yansıyan örnekleridir. Artık söz varlığında olduğu gibi, gramer konularının sınıflandırılıp terimlere bağlamasında da Türkçenin kendi malzemesinin verdiği sonuçlara ve gördüğü işlevlere bakılarak değerlendirilme yapılması kaçınılmazdır. Bu konudaki bilinçsiz taklitçiliğe son verilmelidir. Gramerlerimizde bu açıdan üzerinde durulacak epey konu vardır.
Değerlendirmeler sırasında, bazı konuşmacıların, dilimizin kaynak eser niteliğinde işlevsel bir gramere ihtiyacı olduğu noktasındaki dilekleri çok yerindedir. Türk Dil Kurumunun bu konuda yaptığı hazırlıklar sanırız kısa bir süre sonra meyvesini verecektir.
Üzerinde son olarak durmak istediğimiz bir başka önemli husus da gerek sunulan bildiriler gerek değerlendirmeler sırasında bazı konuşmacıların duygusal ve politik nedenlerle Türk Dil Kurumunun kapatılmış olduğunu bildirmeleri veya ayrımcılık yapmış olmalarıdır. Türk Dil Kurumu, bilindiği gibi yapageldiği yüzlerce kapsamlı ve nitelikli yayınları ile dilimize ve ülkeye yararlı çalışmalarını sürdüregelmektedir.
1932-1983 arası yıllarda, dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumu ile Atatürk’ün 1936 yılındaki dileğine uygun olarak 1983 yılında yeni bir düzenlemeden geçirilerek akademik bir kuruluş durumuna getirilmiş olan Türk Dil Kurumunu birbirinden ayırıp suçlayıcı bir tutumla eski Dil Kurumu, yeni Dil Kurumu gibi bir ayırıma gidilmesi doğrusu çok yakışıksız kaçmıştır. Çünkü her ikisi de aynı amaç doğrultusunda hizmet veren birbirinin devamı niteliğinde bir kurumdur. Atatürk, birbirinin tamamlayıcısı durumunda olan tarih ve dil konularının, yabancıların kasıtlı yorumlarından kurtarılması için, aslında birer bilim kuruluşuna ihtiyaç olduğunu daha Dil ve Tarih Kurumlarının kuruluşundan epey önce görmüştür. Hatta, Türk dilinin özel durumu dolayısıyla, bir dil akademisi kurulması direktifini de vermiştir. İsmet Paşa’nın 7 Kasım 1925 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı “Millî harsa ait teşebbüsattan olmak üzere bu sene bir lisan akademisi, hars nokta-i nazarından Türk lisanı üzerinde vezaif-i esasiyeyi ifa etmek üzere en yüksek mütehassıslardan mürekkep bir akademi vücuda getireceğiz”1 biçimindeki konuşması, devletin bu konudaki kararının ifadesidir. Ancak, zamanın Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin 9 Şubat 1926 tarihinde gazetecilere verdiği demeçten anlaşıldığı üzere2 o günün şartlarında böyle bir kuruluşu besleyecek bilim kadrosu bulunmadığı için Atatürk, dil ve tarih konularının ele alınması ve dil devrimin başlatılabilmesi için, bu kuruluşların başlangıçta birer dernek hâlinde çalışmalara başlamasının uygun olacağını düşünmüştür. Nitekim TDTC (daha sonra TDK)’nin kurulması ile başlayan çalışmalar; çok az sayıdaki bilim adamı, edebî şahsiyet ve gazeteci dışında hep taşradaki gönüllü aydınlar eliyle yürütülmüştür. Daha sonraki yıllarda yeniden ele alınan Derleme ve Tarama dergileri bu türlü çalışmaların ürünüdür. Atatürk bu yolla yapılacak çalışmaların birer ön çalışma olacağını biliyor ve ileride bu çalışmaları sağlam temellere oturtma gereğini duyuyordu. “Hayatta en hakikî mürşit (gerçek yol gösterici) ilimdir” diyen, Türk toplumunu sağlam sosyal temeller üzerine yerleştirmek isteyen uzak görüşlü bir devlet kurucusunun, Türk dilini, sürekli olarak amatör dilcilere emanet etmesi düşünülemezdi. Gerçi, o dönemde ön çalışmaların yapılabilmesi ve ulusa ana dili sevgi ve bilincinin aşılanabilmesi için bu gerekliydi. Ancak, bir süre sonra Kurumun akademik bir yapıya kavuşturulması da önemli idi. Nitekim, Atatürk’ün 1936 yılında TBMM’nin açış konuşmasını yaparken “Bu ulusal kurumkarın az zaman içinde ulusal akademiler hâlini almasını temenni ederim. Bunun için çalışkan tarih ve dil âlimlerimizin, dünya ilim âlemince tanınacak orijinal eserlerini görmekle bahtiyar olmamızı dilerim”3 sözleri böyle bir gereğin ifadesidir.
İşte 1983 yılında gerçekleştirilen yeni düzenleme, Atatürk’ün bu dileğini yerine getirme amacına dayanan ve Kurumu bilimsel temellere oturtma hedefi güden bir düzenlemedir. Türk Dil Kurumunun bağımsız bir bilim kuruluşu olması belki daha uygun olurdu. Ne var ki, o günün şartlarında bu yol benimsenmiştir. Aslında TDK, bilimsel çalışmalarını bugün de tam bir özgürlük içinde yürütegelmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi, Türk Dil Kurumu böyle bir gelişme süreci gösterdiği hâlde, bunu eski, yeni gibi bir ayırıma sokan görüş çok yakışıksızdır. Türk Dil Kurumu 1932’den başlayıp bugüne uzanan bir bütünlük içindedir. Dil konusuna gönül vermiş olanlara da böyle gereksiz bir ayırımcılık yapmak değil, yapılacak çalışmalarda birleşip bütünleşmek gerekir. Çünkü, dava, sen ben davası değil, Türk diline hizmet davasıdır. Toplantıda, birkaç kişi tarafından da olsa söylenmiş olan bu tatsız söz ve tutumlar hem tarafımızdan hem öteki üyeler tarafından hem de kapanış değerlendirmesinde, TDK başkanı Sayın Akalın tarafından eleştirilerek ortak amaçta birleşme gereğine işaret edilmiştir.
Sonuç olarak, “Türk Dilinin Dünü Bugünü ve Yarını” konusundaki uluslar arası bilgi şöleni, Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesinin çok iyi organizasyonu, katılımcı kuruluş ve kişilerin düzeyli ve olgun tutumu dolayısıyla, genellikle çok başarılı ve verimli olmuştur. Sayın Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın oturumları sürekli olarak izlemesi ve kendisine yöneltilen bazı soruları cevaplandırırken gösterdiği olgunluk da takdire değer niteliktedir. Bakanlığın Yayımlar Dairesi Başkanı Sayın Ali Osman Güzel ile bu düzenlemede emeği geçen sayın görevlilere ve Bakanlığa maddî destek sağlayan Öger Turizm sahibi Sayın Vural Öger’e ne kadar teşekkür edilse azdır. Biz de bu alanın mütevazı bir mensubu olarak Sayın Kültür Bakanı başta olmak üzere bütün ilgililere Türk dili adına şükran duygularımızı ve içten gelen teşekkürlerimizi sunmayı bir borç biliriz.
Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ