Çankırı’da Etlik – Avludan Yansıyan Anılar

Teşekkürler post ...

Sosyal paylaşım denen moda yerlerde “Siz ‘etlik’ nedir bilir misiniz?” diye sorsam, eminim pek çok kişi, özellikle gençler “O da neymiş?” diyecektir.  Onlara anlatsanız bile masalsılığın ötesine geçemeyecektir duygular, yaşanmışlıklar ve anılar. Hayal etmeye kalkışsalar bile “Acaba!” diyerek, yarı devrik kaşlarının altından kuşkulu gözlerle sizi dinleme lütfuna katlanırlar. Hatta anında internetteki çok bilen amcalarına sormaya kalkışırlar ki bu hazırcılık daha çok kolaylarına gelir. Karşılıklı muhabbetler ne de olsa sıkıcıdır onlar için günümüzde. Bunların farkında olmama rağmen yine de bile bile “etlik” bahanesiyle geçmişte -daldan dala zıplayarak- yapacağım yolculuklarla, belki sizi bir nebze de olsa ortak anılarda buluşturmaya çalışacağım.

Eskilerde, aslında “Bir varmış, bir yokmuş.” demek daha anlamlı olacak sanırım. 60’lı yıllarda “etlik” denilen bir âdet vardı. Sonbahara doğru “etlik” adı verilen bir keçi, -nadiren koyun- ki genellikle teke denilen erkek olanı tercih edilerek alınır ve kışa hazırlık için kesilirdi. Bu âdetin sadece Çankırı’ya özgü olduğunu sanmıyorum; eminim Anadolu’nun pek çok şehir ve köyünde “kavurmalık” olarak da adlandırılan bu tür alışkanlıklar vardı. Amaç kışlık et ihtiyacını en uygun zamanda hazırlayıp depolamaktı. Neden keçi ve teke derseniz, onun da kendine has bir özelliği vardı. Besiciler sonbahara doğru davara tuz yalatırdı. Böylece etlerinin daha lezzetli olması sağlanırdı ki bu konu, pazarlık sırasında en etken ve önemli nokta olarak kendini gösterirdi.

Etlik kesimi sırasında evlerin avlusunda bir telaş başlardı. Çankırı’da evler daracık sokaklara açılırdı ve genellikle hepsinin büyük ya da küçük birer avlusu vardı. Bu avlu hayat demekti. Evin en önemli bölümlerinden biriydi. Her şey burada başlar, burada biterdi diyebiliriz. Dolayısıyla buralarda yaşayanların en güzel anıları bu avlunun içinde, duvarların arasında saklıdır, buradan yansır. O dönemlerde evlerde genellikle tek çeşme olurdu ki o da bu avlunun bir köşesinde yer alırdı. Eski yapı evlerin içinde su tesisatı yoktu, âdet değildi. Belediye boruyu avluya kadar çeker gerisine karışmazdı. Hemen oracıkta, en uygun yerde bir an evvel suyun hayat veren akışına, şırıltısına kavuşmak için bir boru uzatılarak musluk takılır ve sonuca ulaşılırdı. Duvara paralel olarak dikine duran bu boru, deve kuşunun çirkin boynu ve kafasını andırsa da suya kavuşmanın verdiği mutlulukla kuğu gibi görünürdü. Böylece sokak çeşmesinden su taşıma derdi de sona ermiş olurdu. Önemli olan da işte buydu: Suyun el altında olması. Mutfağa çekelim; tuvalete, banyoya çekelim ya da şuraya, buraya… Yok öyle lüksler. Bir hafta hamama gider bir hafta evde yıkanırdık. Karataş Hamamı ve Ebcetin Hamamı vardı. Hamam kültürü çok gelişmişti. Hamama gidemediğimiz zamanlar banyodaki bakır kazanın altındaki üç ayaklı soba tutuşturulur üç-beş odun parçasıyla sıcak suya kavuşulurdu. Anamız suyu ılıştırır, kova içinden tasla tepemizden boca ederdik. Velhasıl yokluğun ne olduğunu bilen ve henüz onun çaresizliğini unutmamış olan o nesil,  tek muslukla yetinmesini, mutlu olmasını da bilirdi. Yeter ki musluğu çevirince kulak zarınızı haince titreterek beyninize doğru sızan o “tıssss” sesi gelmesin. Sık sık sular kesilirdi. Ama isyanlara kapılmazdı kimse. Olana şükretme erdemine sahipti herkes. En büyük sorun ise ortalıkta dinelen kuğu başlı o boruların kışın donma ihtimaliydi. Bu nedenle babam su saatinin üstüne talaşı doldurur, güzelce saklardı onu soğuktan. Çeşme borusunun etrafına da çul-çaput sarardı. Yine de her ihtimale karşı gece yatarken ip gibi siyim siyim akacak şekilde açık bırakırlardı. Çocukluk umursamazlığıyla bazen unutur tamamen kapatırdım. Babam bu aldırışsızlığımı bildiği için herkes yattıktan sonra aşağı iner çeşmeyi kontrol ederdi. Çünkü başına gelecekleri bilirdi. Eğer o akış sağlanmazsa boruların içindeki su gece donabilirdi. Ertesi gün avluyu sis perdesi gibi kaplayan Çankırı’nın o gâvur soğuğunda saatlerce cebelleşmek kaçınılmaz olurdu. Boruların yanlarına ateşler yakarak ısıtıp tekrar suyun akışını sağlamak onun işiydi. Eğer ki donan borularda bir çatlama olmadıysa büyük şans sayılır; şöyle veya böyle, sonuçta boruların içindeki buz kitlesi eritilerek suyun akışı sağlanırdı. Fakat korkulan bu durum ortaya çıkmışsa çok daha büyük bir eziyet ve iş açardı milletin başına. O uğraşlar sırasında babamın yüz ifadelerindeki gel-gitler gözümün önünden hiç gitmez. Genellikle buna ben sebep olduğum için kendimce kendimi cezalandırır o soğukta bir köşeye çekilir, bir an evvel suyun tekrar akması için, içimden bildiğim duaları okumaya başlardım. Anamın tüm ısrarlarına rağmen içeri girmez, su akana kadar da cezamı çekerdim. İşlem uzadıkça ve bildiğim 3-5 duanın işe yaramadığını görünce bu defa Türkçe sözcüklerle dualar etmeye başlar, “Allah’ım sen nasıl olsa Türkçe de anlarsın, sana yalvarıyorum, dualarımı kabul et, babamı fazla uğraştırma, bu benim suçumdu, bir daha yapmayacağım, söz…” diyerek kendimle kavga ederdim.  Babam küfretmeyi bilmezdi. O meziyeti de bize geçmiş olmalı ki hiçbir zaman çocukları olarak ağzımıza o tür sözcükler yuvalanmadı. Küfretmezdi, ama kendince aletlere kızar, borulara söylenir, ne dediği anlaşılmaz şekilde mırıldanarak çalışırdı. Çok kızdığında ise işe yaramayan aleti “Al bakalım öyle olmaz, böyle olur!” diyerek fırlatıp atardı. Gücü ona yeterdi. Alnının tam ortasında, iki kaşının arasından başlayıp başının üstüne doğru dikine ilerleyen bir damarı vardı. Normal zamanlarda bu kesinlikle fark edilmezdi. Eğer o damar yavaş yavaş görünmeye, yatağından taşmaya hazır bir nehir gibi kabarmaya başlamışsa bilin ki babam çok sinirlenmiştir. O anda ona laf söylemeye ve işine karışmaya gelmezdi. Bu hâl babamın sinirlerinin doruk noktaya ulaştığına delâletti. Bunu iyi bilirdik. Sadece biz değil, bütün öğrencileri bilirdi. Birine kızdığında o damar şişmeye başlardı. Öfkesini yenmek istedikçe aksine daha da şişerdi. Fakat hiçbir zaman o sinir mücadelesinde babamın sabrının ve mantığının yenildiğine şahit olmadım. Duygularına gem vurmayı ve galip gelmeyi hep bilirdi. Sinirini kendini yercesine kimseye zarar vermeden yenerdi. Zaten bu huyundan olsa gerek ki yine kimseye fark ettirmeden ortada hiçbir sorun yokken birden bire, oturduğu yerde anında bizi terk edivermişti. Elimiz ayağımız âdeta buz kesmiş, çaresizlikle birbirine dolaşmıştı. Ablam hepimizden daha bilinçli ve soğukkanlıydı. Hemen telefona sarılıp doktor çağırdı ama çok geçti… Ailece oturmuş film izliyorduk. Filmin bir sahnesinde Hülya Koçyiğit rol icabı kalp krizi geçiriyordu. İşte ne olduysa o sahneyle oldu. Babamın, yılların birikimine dayanamayan kalbi, tıpkı film sahnesindeki gibi onu ansızın aramızdan çekip almıştı. O kara günün tarihini hatırlamıyorum, unuttum. Hatırlamak da istemiyorum. Bunu bilen abim, ablam ve yakınlarım bana bu konulardan hiç söz etmezler. Onları unutmak, zamanın geçmişliğini düşünmek anlamsız geliyor bana. Aslına bakarsanız babam da anam da sürekli yanımda. Onlardan hiç kopmadım. İkisi de çalışma masamın yanında durup öylesine beni izliyor. Hatta ara sıra üçümüz onların sevdiği müzikler eşliğinde muhabbete bile dalıyoruz. İkisinin de mezarı Çankırı’nın doruk noktasında, yellerin hüküm sürdüğü mezarlıkta. Nadiren de olsa ziyaretlerine gittiğimde mezarlarından aldığım birer avuç toprakla birlikte benimle geldiler. Küçük birer cam kavanoz onlara mekân oldu. Yanımda, karşımda huzur içindeler. Bunu hissedebiliyorum. Bazen “Hayatta olsalar ne değişecekti ki?” diyerek içimdeki boşluğu doldurup kandırmaya, avutmaya çalışıyorum. Fakat ne hikmetse o boşluk bir türlü dolmuyor ve dolacağını da zannetmiyorum. Hele gurbetteyseniz ve istediğiniz zaman kabir ziyaretlerine gidemiyorsanız… 30 yıldır gurbette geçen bir ömür. Ha deyince gidilmez, görülmez. Anamın cenazesine bile yetişemedim. Dolayısıyla onları hayalimde, yanımda düşünmek beni hem avutuyor hem mutlu kılıyor. Anılar varken, Lokman Hekim’e inat ölümsüzlük düşüncelerinde yüzüyorum. Öylesine dalıyorum ki bana eşlik eden müzikle bütünleşip onların yanında, o âlemde hissediyorum kendimi. Hele babamın kendince (platonik) vurgunlusu –ki anam bunu gülerek karşılardı- Aliye Akkılıç, sanki o dönemim kocaman, lambalı mobilya cinsi radyosundan seslenircesine,

“Ela gözlüm ben bu elden gidersem
Zülfü perişanım kal melül melül
Kerem et aklından çıkarma beni
Ağla gözyaşını sil melül melül”

… demeye bir başladı mı olanlar oluyor. Babamla karşılıklı göz göze dinliyoruz, suskunlukları yudumlarken. Kimi zaman da Aşık Gülabi alır sazı eline ve anamın hatırına vurur mızrabını sazın bam teline, bam teline. Parmakları gezinmeye başlar hüzün dolu türkü eşliğinde sazın perdeleri arasında:

“Sefil baykuş ne yatarsın burada
Yok mudur vatanın ellerin hani
Küsgün müsün selâmımı almazsın
Öter şeyda bülbül dillerin hani”

İkisi de gurbet kuşuydu artık. Ailelerini, anılarını, tüm yaşanmışlıklarını geride bırakıp bizim tahsil hayatımız için doğup büyüdükleri yeri, hele ki babamın âdeta yoktan var ettiği, yıllarını verdiği okulunu bir daha geri dönmemecesine terk etmişler, geride bırakmışlardı. Çankırı’ya göç etmiştik. Ablam artık ortaokul öğrencisiydi. Oysa köydeki okul sadece 5. sınıfa kadardı. Abim 4. ben 2. sınıftaydım. Gurbet kuşlarının yeni yuvası artık Çankırı’ydı ve yeni anılara doğru yelken açıyordu. Babam şehrin merkezinde, işte şu an sözünü ederek avlusunda durduğumuz bu evi almıştı. İlk aklımda kalan şey evimizin hemen yanındaki meşhur Atatürk heykeliydi. Abimle gidip onu seyretmek bize büyük zevk veriyordu. Daha önce hiç görmediğimiz bir yapıydı. Aslında Atatürk’ü elbette tanıyorduk. Ama böylesine heybetli heykelini hayal bile edemezdik. Heykeli ilk gördüğümüzde, ilk defa deniz gören bir çocuğun ufuklara uzayan bakışlarındaki âfâkî şaşkınlık bizi bürümüştü. Bu ilk buluşmamızda başımızı kaldırınca, şapkasını saygıyla çıkarıp eline almış olan Atatürk, sanki bize âdeta “Hoş geldiniz!” demişti. Çocukluk işte. Uzun yıllar o heykel etrafında bize tebessüm edişini hissederek -bekçiye inat- koşturup oynadık. Anılarımızda çok yeri var. Aslında Atatürk’le çok daha önceye uzanan bir gönül bağımız vardı. O sanki aileden biriydi.

 

 

Please follow and like us:
Pin Share

Author

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


Warning: Undefined array key "sfsi_plus_copylinkIcon_order" in /var/www/vhosts/bizimdilimiz.com/httpdocs/wp-content/plugins/ultimate-social-media-plus/libs/sfsi_widget.php on line 283

Warning: Undefined array key "sfsi_plus_riaIcon_order" in /var/www/vhosts/bizimdilimiz.com/httpdocs/wp-content/plugins/ultimate-social-media-plus/libs/sfsi_widget.php on line 286

Warning: Undefined array key "sfsi_plus_inhaIcon_order" in /var/www/vhosts/bizimdilimiz.com/httpdocs/wp-content/plugins/ultimate-social-media-plus/libs/sfsi_widget.php on line 287

Warning: Undefined array key "sfsi_plus_inha_display" in /var/www/vhosts/bizimdilimiz.com/httpdocs/wp-content/plugins/ultimate-social-media-plus/libs/sfsi_widget.php on line 355
RSS
Follow by Email